Tarih boyunca üstün bir kültür ile, hayat ve ihtiyaçlara cevap veren sağlam bir nizâmı beraberinde götüremeyen fetih ve istilâ hareketleri, neticesiz sel suları gibi istikrar ve temâdi şansına mâlik olamamış, zaman zaman yanıp sönen bir debdebe ve ihtişam meş’aleleri halinde kalmıştır. Makedonyalı İskender’in taa Hindistan’a kadar varan istilâ harekâtı, bunun en tipik misâlidir. Osmanlı’ya nazaran daha üstün bir nizam veya dâvâyı temsil etmeyen Timur’un Anadolu mâcerası da aynıdır. Böyle hareketler, ne kadar debdebeli olursa olsun, âmillerinin hayatıyla kaamdir. O’nların vefatıyla sönüp gitmeye mahkûm olmuştur.
Roma İmparatorluğu’nun uzun asırlar devamı, Dünya’nın O’nun sağladığı istikrar ile temsil eylediği üstün hukuki, iktisadî ve siyasî nizâm sayesinde gerçekleşebilmiştir. Bu yönden tarihte, Osmanlı kadar takdire şâyan bir başka örnek bulunamaz. Gerçekten Osmanlı, fütûhatına, temsil ettiği nizâmı yegâne mesned kılmış ve o nizâmın hayat ve ihtiyaçlara tetâbuku sayesinde sür’atle şahlanıp ilerlemişti. O’nun dört yüz sene mütemadî bir sûrette ileriye gitmiş olması ve Dünya’nın o gün için en meskûn ve en mâmûr mıntıkasına asırlarca hükmedebilmiş bulunması, hep bu sâyededir. Osmanlı’nın dâvâ edegeldiği yüce İslâm imânı -çeşitli peşin hükümler sebebiyle- kabul edilmese de tatbik eylediği adâlet ve yürüttüğü idârî-siyasî nizam, kendisine -zaman zaman- dâvetiyeler çıkarılmasına ve kurtarıcı gözüyle bakılmasına sebep olmuştur.
Gerçekten zulüm altında inleyen Balkan’ların hıristiyan sekenesi (oturanları), Osmanlı fütuhatıyla bir kurtuluş şansı elde etmiş ve uzun asırlar devam eden bir huzur ve sükûna nâil olmuştur.
Hayfâ ki; Dünya’da buharlı motorun keşfiyle başlayan sınâî değişiklik ve onu hazırlayan, Amerika’nın keşfi, Ümit Burnu’ndan dolaşarak Hindistan’a varılması gibi hadiseler, Osmanlı’nın geri kalmasına sebep olmuştur. Böylece filizlenmeye başlayan “aşağılık duygusu” gizli düşman faaliyetlerinin de inzimâmı ile gitgide büyüyüp dehhâmeleşmiş ve nihâyet O’nun bünyesindeki gayrimüslim azınlıkların tahrike müsâid bir hâle gelmesine sebep olmuştur. Bilhassa 1789 Fransız İhtilâli’nden sonra, gelişen müstemlekecilik cereyanı dolayısıyla geniş Osmanlı toprakları hıristiyan batılıların iştihasını kabartmış ve bunlardan her biri, Osmanlı dahilinde tahrike müsâid bir hıristiyan topluluk bularak, onlar vasıtasıyla idârî ve siyasî istikrarımızı kemirip tahrip etmeye başlamışlardır. Bu düşman tahriklerinin ilk faaliyet sahası gayri Türk sekenesi ekseriyetle hıristiyan olan Balkanlar olmuştur. Kendilerinden olan bizim gibi büyük milletlerin, idâreleri altındaki azınlıklara karşı temel şiarı müsamaha ve himâyedir. Küçük milletlerin psikolojisi ise, bu durumun tamamen tersinedir. Onlar tabiî olarak hasımlarından korkarlar ve onları bir defa zayıf olarak yakalamışlarsa bu fırsatı kaçırmayıp elden gelen her fenalık ve ihaneti yapmaktan geri kalmazlar. Hele o düşman kendilerini asırlarca anlı şanlı bir sûrette idâre etmiş eski bir efendileri ise, bu psikolojik sebebe bir de aşağılık duygusu eklenir ki, onu bastırıp tatmin etmek için ellerinden geleni ardlarına koymazlar.

Diğer taraftan, Balkan milletlerini idâre edenler, idâreleri altındaki insanlara kendilerini kabul ettirmekte dehşetli bir sıkıntı çekmektedirler. Hâfızaları Osmanlı’nın adâlet ve semâheti ile dolu olan bu insanlar, ister istemez “eski-yeni” mukayesesi yapmakta ve bu mukayese de yenilerin aleyhine çıktığından Osmanlı’dan sonraki idâreciler halkın gözünü, gönlünü doyurup tatmin etmekte güçlük çekmektedirler. O halde Osmanlı’yı unutturmak, Osmanlı’dan sonraki idârecilerin kendilerini kabul ettirebilmeleri için ilk lâzımedir.
Bugünkü Balkan idârecilerinden bizim Kemal Paşa’mıza kadar herkesin içine düştüğü handikap işte budur! Osmanlı’yı silip unutturmak ve kötüleyerek O’na beslenen takdir ve tahassürü (özlemi) ortadan kaldırmak!.. Osmanlı’dan devraldığı bir topluluğu takdir ve kabûl olunacak bir tarzda idâre edebilmek için Osmanlı’dan kalan hâtıraları yenmek zarûreti ile karşı karşıya bulunan bu gibi kimseler, Osmanlı’nın fiilî ve psikolojik damgasını teşkil eden eserleri tahrib ederek onu mânen ve madden yok etmek mecbûriyeti ile karşı karşıya gelmişlerdir. İşte bugün Balkanlar’da olup bitenleri lâyıkı ile kavrayabilmek için, bu noktaya dikkat etmek gerektir. Bulgaristan’dan yüzbinlerce Türk’ün tehciri ile, Bosna-Hersek “soy kırımı” (jenositi) gibi zulümler, yüz yıldan beri devam eden ve mâruz sebeblerle ortaya çıkmış olan Osmanlı (İslâm) düşmanlığının son halkalarıdır. Anlaşılan düşman, Balkanlar’dan Osmanlı’nın en son iz ve damgasını silebilene kadar zulüm ve tedhişe devam edecektir. Lâkin bu hareketlerin, üzerinde ehemmiyetle durulması gerekli bir sebebi daha vardır:

Bizden ayrılarak sözde müstakil olmuş Balkan devletçikleri aradan geçen seksen-yüz seneye rağmen hâlâ beşerî ve manevî potansiyel itibariyle aynı durumda bulunmaktadırlar. Halbuki 1920’lerde Anadolu’da on-on iki milyon insan yaşamaktayken bugün ülkemizde nüfus 70 milyona dayanmıştır (Eylül 1989). Kırk-elli sene evvel “Allah” demek resmen ve kanûnen suç iken, bugün İslâm’ın yeniden Türkiye’nin kaderine hâkim olabilme ihtimali bütün Dünya’daki İslâm düşmanlarının yüreğini hoplatır hale gelmiş bulunmaktadır. Bu durumda, bünyesinde müslüman Türk azınlığı bulunan Balkan Devletleri, mânen ve madden her gün biraz daha kuvvetlenen ve kendi aslî şahsiyyetini bulmaya yönelen Türk Milleti’nin yakın bir gelecekte kendilerine hesap sormasından ve oradaki Müslüman Türk unsurunu mesned ittihaz ederek ülke hududlarındaki haksızlığı ortadan kaldırmaya teşebbüs etmesinden korkmaktadırlar. Lâkin bu küçük Balkan kavimleri ne yaparlarsa yapsınlar mukadder olan netice asla değişmiyecekdir. Zirâ büyük ve Âlem-i İslâm’a lider olarak Türkiye’nin Avrupa’daki tabiî hududunun Tuna Nehri olmak lâzım geldiği hususu, tarihî ve stratejik bir zarûrettir. Bunun anlaşılmasına yarayacak şuur berraklığına ulaşmamıza ise çok kalmamıştır. İçerdeki ve dışardaki telâşın asıl sebebi de budur!..
Kadir Mısıroğlu, Âşıklar Ölmez!.., Sebil Yayınevi, İstanbul, 1994, s.41-44
İlk yorum yapan siz olun