Britanya Hükümeti’nin Denizaşırı Ülkelerin Kalkınması konulu resmî bir raporunda dış yardımın amaçları şöyle belirtilmekteydi:
“Kalkınan ülkelerin, insanlarına yeteneklerini kullanmaları için, doyumlu ve mutlu bir yaşam sürmeleri ve refah düzeylerini devamlı yükseltmeleri için gerekli maddî fırsatları sağlamalarına gücümüz yettiğince yardımcı olmak.”
…
Tüm düşüncelerimizin başlangıç noktası yoksulluk, daha doğrusu, sefalet ölçüsüne varan ve insan kişiliğini yozlaştırıp bönleştiren bir yoksulluktur. İlk görevimiz de bu ölçüde bir yoksulluğun koyduğu sınırları ve kısıtlamaları görmek ve anlamaktır. Burada da kaba maddeciliğimiz bizi yalnızca ‘maddi fırsatlar’ı (yukarıda alıntı yaptığım Hükümet Raporu’nun sözleriyle) görmeye ve maddi olmayan etkenleri atlamaya zorlamaktadır. Yoksulluğun nedenleri arasında, eminim ki maddi etkenler ikinci planda gelmektedir, örneğin doğal zenginliklerden veya sermayeden yoksunluk, ya da alt yapı yetersizliği gibi. Aşırı yoksulluğun birincil nedenleri maddesel değildir; eğitim, örgütlenme ve disiplin aksaklıklarında yatmaktadır.

Kalkınma malla başlamaz, insanla ve onun eğitimi, örgütlenmesi, disipliniyle başlar. Bu üçü olmadan tüm kaynaklar el atılmamış, saklı olarak kalır. Refah içinde olan toplumlar vardır ki doğal zenginlikleri gayet sınırlıdır; son savaş sonrası, görünmez etkenlerin birincilliğini gözlemek için yeteri kadar fırsat vermiştir bize. Yüksek bir eğitim, örgütlenme ve disiplin düzeyine sahip her ülke, ne kadar yakılıp yıkılmış olursa olsun bir ‘iktisâdî mucize’ yaratmıştır. Aslında bunlar ancak buzdağının ucuna dikkat eden insanlar için mucizedir. Uç taraf paramparça olmuştu ama tabanı, yani eğitim, örgütlenme ve disiplin hâlâ yerindeydi.
İşte kalkınmanın ana sorunu burada yatmaktadır. Eğer yoksulluğun ana nedenleri bu üç alandaki eksiklikler ise, yoksulluğun giderilmesi de bu eksikliklerin giderilmesine bağlıdır. Bu yüzdendir ki kalkınma bir yaratış eylemi olamaz, sipariş verilip satın alınamaz, her şeyiyle planlanamaz. Bu yüzdendir ki bir evrim/tekâmül süreci gerektirir. Eğitim ‘sıçrama’ yapmaz; büyük incelikleri olan yavaş bir süreçtir.
Örgütlenme de ‘sıçrama’ yapmaz; değişen çevre koşullarına uyacak biçimde yavaş yavaş evrelerden geçmelidir. Aynı şey disiplin için de geçerlidir. Her üçü de adım adım bir evrim geçirmek zorundadır ve kalkınma politikasının en önde gelen işi de bu evrimi/tekâmülü hızlandırmak olmalıdır. Bu üç şey yalnızca minicik bir azınlığa değil, tüm topluma malolmalıdır.

Bazı yeni ekonomik faaliyetleri başlatmak için yardım veriliyorsa, bunlar ancak ve ancak yeterince geniş halk kesimlerinin üzerinde durduğu eğitim düzeyiyle desteklenebilirse yürür ve ancak eğitim, örgütlenme ve disiplin bakımından ilerlemelere yol açarlarsa gerçekten değer taşır. Bir esneme süreci olabilir ama hiçbir zaman bir sıçrama süreci olmaz. Özel bir eğitime, özel bir örgütlenmeye ve özel bir disipline dayalı yeni ekonomik faaliyetler getirilirse, bu etkenler alıcı toplumda hiçbir şekilde mevcut değilse, faaliyetler de sağlıklı bir kalkınmaya yol açmak bir yana, engel bile olabilirler. Toplum yapısıyla kaynaştırılamayan ve ikili ekonominin sorunlarını daha da katmerleştirecek yabancı öğeler olarak kalacaklardır.
Bundan çıkan sonuç şudur: Kalkınma, öncelikle ekonomistlerin konusu değildir, hele uzmanlıkları kaba maddeci bir felsefeye dayananlar için hiç değil. Kuşkusuz ne gibi bir felsefî inançları olursa olsun, ekonomistlerin kalkınmanın belirli aşamalarında, gayet kesinlikle belirlenmiş teknik işlerde yararlı olabilecekleri durumlar vardır. Ama kalkınma politikasının tüm halkı kapsayacak olan ana hatlarının önceden kesinlikle saptanmış olması şarttır.
E. F. Schumacher, Küçük Güzeldir, Ter. Osman Çetin Deniztekin, Varlık Yayınları, 2015, s.125, 128-130.
İlk yorum yapan siz olun